2 Mart 2018

Modern erkek ve Stoacılık, bölüm 1

Her sabah uyandığında, kendine şunu hatırlat: Bugün de her şeye burnunu sokan, nankör, kibirli, yalancı, kıskanç ve huysuz insanlarla karşılaşacağım. Onlar böyleler çünkü iyiyi ve kötüyü birbirinden ayıramıyorlar. Ama ben iyinin güzelliğini, kötünün çirkinliğini gördüm ve kötülük yapanın benimkiyle bağlantılı bir doğası olduğunu kabul ettim– aynı kandan ve soydan olmak bağı değil bu, aynı yönetici zihne ve aynı kutsalın bir parçasına sahip olmak. Bu yüzden bunların hiçbiri bana zarar veremez. Kimse beni çirkinliğine bulaştıramaz. Ben de hısmıma sinirlenemem veya ondan nefret edemem. Biz insanlar; eller, ayaklar ve gözler gibi birlikte hareket etmek için doğduk, iki sıra diş gibi– aşağıda ve yukarıda. Birbirimizi engellemek doğamıza uygun değildir. Bir kişiye karşı kızgınlık hissetmek, ona sırtını dönmek, bunlar doğamıza uygun değildir.
— Marcus Annius Verus
Az önce okuduğunuz cümleler, bir zamanlar dünya medeniyetinin başındaki en güçlü adama aitti. Bu adamın bilinen adı Marcus Aurelius, eğer onu Roma imparatoru kişiliğiyle tanıyorsanız adı ve unvanı Imperator Caesar Marcus Aurelius Antoninus Augustus; havalı duruyor, değil mi? Eğer benim gibi yalnızca insanların erdemlerine ve hak ederek elde ettikleri unvanlara değer veriyorsanız bu adamın adı -yukarıda yazdığım gibi- sadece Marcus Annius Verus, yani doğum ismi, bir insanın en saf hâli.


Yukarıda gördüğünüz resim bir antik dönem Roma triumphusına ait. Yabancı memleketlerde büyük zaferler kazanan cumhuriyet ve imparatorluk komutanları, elde ettikleri ganimetler, topraklar, köleler ve bunların yanında kazandıkları en önemsiz şeyle, şöhret ve şanla birlikte Roma'nın sokaklarında yürürdü. Bütün Roma halkının, zengin olan patriciiın ve fakir olan plebinin gözleri ve iltifatları bu şanlı komutanın üzerindeydi. Onun şerefine kurbanlar kesilir, oyunlar düzenlenir, yollarına çiçekler serilirdi.

Bunun ne kadar özel olduğunu anlamak için, yalnızca o gün için olsa da, zafer kazanmış komutanın yaşayan tüm Romalılar üzerinde tutulduğunu bilmenizi istiyorum.

Herkes bu şatafat ve eğlenceyle mest olmuş durumdayken çok az sayılı kişi bu şanlı komutanın ardında duran ve komutanın başına defne yapraklı tacı uzatan köleyi fark edebilir. Bu köle, tüm geçit töreni boyunca fâtihin ardında durur ve kulağına sürekli fısıldar:
Ardına bak [ölümünden sonra geçecek zamana] ve unutma, sen [yalnızca] insansın.
Tanrı için ne yaptım

"Bugün seni yaratan ve alemleri yöneten Tanrı için ne yaptın, Batuhan?"

Bu soruyu ilk defa duymadığınızı biliyorum.

Bu sorunun cevabını ararken hep kararsız kalırdım, hatta zaman zaman umutsuzluğa düştüğüm olurdu. Ya o gün Tanrı için hiçbir şey yapmadıysam, günahlarım için bir bağışlama dahi dilemediysem? O zaman vereceğim cevap "bugün Tanrı için hiçbir şey yapmadım" olurdu, daha ağzımı açtığım anda ise insanların küçümseyici bakışlarının üzerime çöktüğünü hissetmeye başlardım.

Günahkâr bir çocuk olduğumu düşünüyordum. Belki kusurlu yaratılmış olsam Tanrı'ya kızmak için bir sebebim olurdu ama işler öyle değildi. İki kolum, iki bacağım vardı. Gözlerim görüyor, ağzım konuşuyordu. Çevremdeki herkesten ileride ne kadar yakışıklı, boylu boslu olacağımı duyuyordum. İlkokulda notlarım hep yüksekti, hatta genellikle sınıf ve okul birinciliği için yarışırdım. Mutlu bir aileye sahiptim, geçim kaynağımız güçlüydü, istediğim her şeye eninde sonunda sahip olmayı başarıyordum. Annem o kadar sevecen bir kadındı ki hiçbir isteğimi geri çevirmezdi, hâlâ çevirmiyor. Babam sert, disiplinli ama ailesine karşı her zaman yufka yürekliydi. Ben büyüdükçe o da benimle büyüdü ve çok daha iyi bir baba olmayı öğrendi.

Bu yüzden o gün Tanrı için bir şey yapmamış olsam ihanet içinde hissediyordum. Bana tüm bu lütufları ve sefayı veren Tanrı'ya niçin şükranlarımı sunmuyordum? İçimden namaz kılmak, oruç tutmak, ilahi dinlemek hiç gelmedi. Bu sorunlar arasında boğulmamak da mümkün değildi. İnsanlar doğrusunun bu olduğunu söylüyorlardı, ben, insanların yüreğini dinlemek yerine secde etmeyi buyuran bir Tanrı'yı kabul etmem mümkün değildi.

Sahip olduğum hiçbir şeyi hak etmediğimi, hepsinin bana şans eseri geldiğini düşündüm. Güçlü ve varlıklı bir aileye sahip olmak sadece şansımdı, daha fazlası değil. Hayatımdaki bu artılar kimse tarafından bana lütuf olarak sunulmamıştı, aksine, bunlar benim en büyük sınavım oldu. İlk defa kaybedecek bir şeylerim olduğunu, bunları kaybetmenin bir anlık hatalara baktığını hissettim.

Bu yüzden daha on dört yaşımda Tanrı'yı reddettim, her şeyin cevabını bilim yoluyla bulabileceğimi sanmaya başladım. Ben bu kadar zevk ve sefa içerisinde yaşarken Afrika'da su dahi bulamayan insanlar, hatta çocuklar olması zoruma gidiyordu. Ülkelerini korumak adına savaşan ve can veren milyonlarca erkek, esir alınıp satılan ve seks köleliği yapmaya zorlanan milyonlarca kadın hiçbir zaman zihnimde mantıklı bir düzleme oturmadı.

"Ben öldükten sonra tüm bunların ne anlamı var ki? Hepimiz aynı bok çukuruna gömüleceğiz, niçin insanların zayıflığından kendi çıkarımı sağlamayayım? Tek bir hayatım var, bunu dolu dolu yaşamalıyım. Eğer bu masum insanları incitmemi gerektirecekse, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayacağım. Benim hükmüm başlasın!"

Evet, yukarıdaki paragraftan fark etmiş olmanız gerekiyor, basit varoluş bunalımları içinden neredeyse ruh hastası bir özsever (narsist), psikopat, Makyavelist olup çıkıyordum. Sonuçta bunlar insan doğasına uygun şeyler değil miydi?

İnsanları kullanmaya başladım. Para için, seks için, güç için, hatta zaman zaman duygusal boşluklarımı doldurmak için dahi masum insanları kullandım. Sırf insanların bana inandıklarını görmek, sözlerin ne kadar güçlü ve yıkıcı olduğunu hissetmek için çoğu kişiye yalan söyledim. Her şeyin istediğim gibi gitmesine çok fazla alıştım, bunu hiç fark etmedim.

İnsanları kullanıyordum çünkü kullanabiliyordum. Herbert Spencer'ın da söylediği gibi, "Güçlü ve uyumlu olan hayatta kalır", ben güçlüydüm ve bu gücü kullanmaktan da hiçbir zaman çekinmedim. Kulağa çok zalimce gelecek, çünkü öyle, gözlerimin önünde ağlayan, yapmadığı hataları telafi edebilmek için bir şans daha dilenen kadınları izlerken vicdanım bir saniye bile sızlamadı.

Yukarıda "her şeyin istediğim gibi gitmesine çok fazla alıştım" tabirini kullandım. Her şey yolunda gittiği için doğru olanı sonunda bulduğumu ve bunun sonsuza kadar bu şekilde devam edeceğini düşünüyordum. Hiçbir zaman bu davranışlarım için ahlâkî bir çıkış aramadım ama bu tamamen bencil olan davranışları ahlâkî bir zemine oturtmayı da başarıyordum, sonuçta hepimiz doğru olduğuna inandığımız şeyleri yapıyor ve yine bunları savunuyoruz. 

Yakın ve güncel şeylerden bir örnek vermek istiyorum; Jaime Lannister'ın, kız kardeşiyle beraber olduğunun görülmesi üzerine Brandon Stark'ı kuleden aşağı itmesi bizim için belki doğru bir hareket değildi, ama Jaime çocuğu ittiğinde "aşk için yaptığım şeyler..." derken doğru olduğuna inandığı şeyi yaptığını anlatıyordu. 

Tahmin edin, ne kadar yanıldım?

Fena.

Hayatıma en çok etki eden üç kadının ilkiyle daha o zaman tanıştım, ismini vermek istemiyorum, o yüzden bu kadından Arzu diye bahsedeceğiz. Arzu güzel bir kadındı, çekiciydi ve kadınlığını nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu 7/10 diyelim, başka olayı yoktu.

Her zaman işe yarayan "taktiklerimi" kullanarak Arzu'yu avucumun içine almayı başardım. En azından bunu başardığımı sanıyordum. Kadın bana tapıyor gibiydi, seks muhteşemdi, benim için yemek pişiriyordu, ilgi duyduğum şeylere ve sınırlarıma saygı duyuyor, hatta bunlardan etkilendiğini sık sık söylüyordu. Bir kadından isteyebileceğiniz her şeye sahip gibi duruyor, değil mi? 

Bir kadından isteyebileceğim her şeye sahipti de zaten, ilk defa karşılaştığım bu "tek boynuzlu at" türü karşısında tırnaklarımla kazıdığım her şeyi feda etmeye başladım. Ben oyunumu oynadım, yalnız onun benden daha iyi oynadığını bir türlü fark edemedim. Bunun sorumlusu çok güvendiğim ve asla yanlış olamayacağına inandığım hislerim ve duygularımdı. Arzu'nun yakınından olan fakat sonradan araları bir şekilde bozulan bir arkadaşı, bu kızın ne kadar yalancı olduğundan ve herkesle oynadığından bahsetti. Gülümsedim ve geçtim, benim oyunumda kim benden daha iyi olabilirdi ki?

Bu yüzden yavaş yavaş çevremden soyutlanmaya ve bana gerçekten aşık olduğunu sandığım, beni kayıtsız ve şartsız sevdiğini düşündüğüm Arzu'yla vaktimi geçirmeye başladım. Beni en başta ilgi çekici ve arzulanır kılan hobilerimi ve yaptığım sporları neredeyse tümüyle bıraktım. Sırf onun hoşuna gitmiyor diye yıllardan beri en yakın arkadaşım olan adamla aramdaki bağları kopardım. Gözlerime demirden bir perde çekilmiş gibiydi, hiçbir uyarı sinyalini dinlemedim.

Arzu'nun evine gidip orada kalıyordum, sabah okula gittikten sonra da akşam tekrar geri geliyordum.

Bir gün, babamın şüpheci yapısına ve insan sarraflığına teşekkürler, Arzu'nun tüm hayatının bir yalandan ibaret olduğunu öğrendim. Almanya'da doktor olduğunu söylediği babasının aslında nerede olduğu belli bile değildi, okuduğunu söylediği özel kolejde okumuyordu, aksine lise birden okulu terk etmişti, bunun gibi birçok şey...

Olduğum yere çivilendim. Bir sene geçtikten sonra öğrendim tabii bunları.

Arzu kendisini odasına kapatmıştı ve hönkürerek ağlıyordu. Kızın bizzat annesinden ve ablasından gerçekleri dinledikten sonra odaya yavaşça yürüdüm. Yatağın kenarına oturdum. Arzu'ya sarıldım ve gözyaşlarını sildim. Kulağına "seni affediyorum" diye fısıldadım. 

 

Aldınız mı mesajı, beyler?

Aynen, sıkın ulan kafama birer tane. Hep birlikte.

O an bu affetme durumunun nedenini kendi yaptıklarıma bağlıyordum, "karma bana yaşattıklarımı yaşattı" diye zırvaladım. Öyle değil o işler işte, Scarcity Mindset kavramına tekrar bakın neden böyle tertemiz sıçtığımı anlamıyorsanız.

Kafamdan kuruyorum tabii, şimdi ben bu kızı affedersem kendimi de affetmiş olacağım; tüm üzdüğüm, kullandığım insanların acısı da benden böyle çıkacak diye. İlk defa o zaman tüm yaptıklarım için bir cefa çektiğimi hissettim, vicdanım ilk kez o gün sızladı. 

Neyse, bir kez daha bunun yalanını yakaladım, yine affettim. En sonunda kız taktı bana boynuzu, ayrıldığımız sırada da bunun yanındaki erkek arkadaşlarına saldırdım, ikisini de yumrukladım, en sonunda da kendimi yoldan geçen bir arabanın önüne attım, araba son anda durdu da ölmedim. Bu olay da zaten yaşadığım son intihar deneyimi olmadı.

Neyse, siktir edin, olur böyle şeyler.

Bu olay sayesinde gaza geldim de üniversite sınavına birkaç ay kala köpek gibi çalışmaya başladım, bu sayede de şimdi İstanbul'da okuyorum. Bağlantılı her şey birbiriyle, yazın bunu bir kenara artık. Boynuz yediniz diye ölecek değilsiniz. 

Ölseniz ne fark edecek ki? Stoacılık hani, çaktın? Mementolar da pek moriymiş.

Gevşemek yok, gelelim asıl mevzuya.

Kendi mutluluğumuz haricinde her şeyi düşünüyoruz
Doğanın her şey için uyguladığı planda başlangıç ve süreç olduğu kadar son da vardır, birisinin bir topu havaya fırlatması gibi, topu havaya fırlatmak iyi de, düşmesi ve hatta yere çarpması mı kötü?
 — Marcus Annius Verus
Yukarıdaki alıntıda bahsedilen durum gibi, benim bu kadınla uzun süreli güzel bir ilişki yaşamam iyi de, onun benden soğuması ya da tamamen ayrılması mı kötü? Hayır, kötü değil, eğer ben ilişkinin başında olduğum gibi kalmayı başarabilseydim her şey yolunda gidecekti. Yalnız şu var, evrenin sürekli değişmesi ve hareket etmesi gibi, biz insanlar da hareketsiz kalmıyor ve değişiyoruz. 

Bu durumda neler yapılması gerektiğini sırf bu konuya özel bir yazıda konuşacağız, aklınız kalmasın.

Aldatıldığımı öğrendikten ve ilişkiyi bitirdikten sonra tüm başıma gelenleri düşündüm. Oturdum, günlerce bunların şemasını çıkardım. Nerede hata yaptığımı merak ediyordum. Olayların içinden sıyrılıp objektif yaklaştığımda yaptığım birkaç, hatta onlarca hatalı hareketi görmek ve analiz etmek o kadar da zor gelmedi. Hataları fark ettiğinizde ne yaparsınız? Bu hatalara neden olan düşünce yapısını incelersiniz.

O anı hiç unutmuyorum, hayatımda ilk kez gerçekten aydınlandığımı hissettim.
Narsisizm, bir insanın kendisine ve hayatına olan önlenemez nefretinin yine bizzat kendisi tarafından ödenmiş tazminatıdır (compensation).
Narsisizm, psikopati, Makyavelizm'in asıl cevabı barındırmadığını fark ettim. Bunlar, hayatta ulaşabileceğimiz en iyi yere ulaşmakta yardımcı olabilecek aletler olabilirlerdi ama asla bir erkeğin hayattaki yegane araçları olarak bulunmamalıydı. Bir erkek, rasyonel olma ve olaylara üç boyutlu yaklaşma yeteneğini kaybettiğinde kendi ölüm fermanını imzalamış demektir. Arzu, benim oyunumu benden daha iyi oynadığı için ona karşı hep aşk sandığım fakat asıl adı nefret olan çok güçlü bir duygu yaratmıştım.
Aşkın karşıtı nefret değildir, aşkın karşıtı ilgisizliktir (apathy).
Sürekli olarak fikrî bunalımların ve doğru-yanlış çatışmasının içinde büyüyen birisi olarak, ilk kez o an kendimden ve hayatımdan nefret ettiğimi fark ettim. Bir özseverlik paradigması, kendini sevmekten ziyade başkalarının hayatıyla oynayarak kendi hayatını daha yaşanılabilir kılacağını zannetmektir. Bu oyunu benden daha iyi oynayan birisiyle karşılaştığımda da tüm yeteneklerimi ve bildiklerimi unutmuş, Arzu'nun çerçevesinin, imajının içerisine çekilmiştim.

Kaybedecek zaten hiçbir şey kalmamış, ne yapalım?

Kendimi bir centilmen olmaya ve durmadan, sürekli gelişerek olabileceğim en iyi erkek hâline gelmeye adadım.

Bunda da sıvadım, o ayrı konu, onu ikinci bölümde konuşacağız.

Kendim için, Tanrı için yaptım

O gün kazandığım ödül, bir insan ilişkileri ve evrimsel psikoloji yamyamı olmaktan ziyade çocukluğumdan beri bana sorulan o korkunç sorunun cevabıydı.

"Bugün seni yaratan ve alemleri yöneten Tanrı için ne yaptın, Batuhan?"

Modern erkek ve Stoacılık yazısının ilk bölümüne bu sorunun cevabıyla veda edeceğim.
Uzun zamandır kendi mutluluğundan ziyade değer verdiğini sandığın insanların mutluluğunu düşünüyorsun. Sırf o kadının mutlu olması için önemli bir dersini ekiyor, bir buçuk saat için bile olsa onu görmeye gidiyorsun. 
Kendine değer vermen gerektiğini ne zaman anlayacaksın, ruhum? Kendine hiçbir zaman iyi davranmadın, o hâlde başkası sana neden iyi davransın? 
Elbet bu "memnun etme" oyunundan bıktığında tüm köprüleri yakıp, ellerinle inşa ettiğin bu çürümüş binayı temelinden yıkacağını zaten bilmiyor musun? O zaman sadece kendini değil, değer verdiğini sandığın o insanı da kıracaksın.
Eğer Tanrı senin mutlu olmanı istemeyecek kadar zalim ve kibirli olsa, sana mutlu olma fırsatını en başından verir miydi?
O hâlde bugün Tanrı'yı memnun et, kendini memnun et.

5 yorum:

  1. İlginç bir blog olacak gibi görünüyor. Ekşi'deki manosphere başlığına ekliyorum. Selamlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, elbette yardımı dokunacak, okur sayısının artacağını umuyorum.

      Eğer benim, hepsi kardeşim ve kandaşım sayılan tüm Türk erkeklerine, en ufak bir faydam dokunacaksa ne mutlu. Bunun için başladım, bunun için yazmaya devam edeceğim.

      Sil
  2. Şaşırtıcı bir şekilde tamamını okudum ve çok beğendim. Kalemine sağlık kardeşim, devamını bekliyoruz.

    YanıtlaSil
  3. Acilen yazmaya devam etmelisin.

    YanıtlaSil